19 Kasım 2010 Cuma

Zam Zam Zam ve Biraz Daha Zam ya da Sizde Zamzam suyu bulunur mu?

Arkadaş kim ne derse desin ben bu son zamları destekliyorum, şahsen bugüne kadar yapılmış en iyi hükümet icraatlarının bu son zamlar olduğunu düşünüyorum. Sakın ola ki dalga geçtiğim düşünülmesin, çok ciddiyim. Hatta hiç bu kadar ciddi olduğum da görülmemiştir ömrü hayatımda.

Öncelikle adamlar öngörülü bikere bunu belirtmek gerek. Şimdi sorarım size çağımızın en büyük hastalıklarından birisi nedir? Evvet, leb demeden leblebiyi anladınız tabiki de obezite. Şimdi hükümet bizi düşündüğünden yaptı bu zamları. Eğer ulaşıma zam yaparsak halkımız kısa veya orta mesafeli yolculuklarını otobüs yerine yürüyerek yapar, böylelikle bir hükümet politikası olarak halkımızı sporla tanıştırmış oluruz ve çağımızın en büyük problemini ülkecek bertaraf edip sağlıklı nesiller yetiştirebliriz dediler, unutmadan tabiki de en az üç çocukla.



Kim bilir belki ileriki zamlarla beraber ülkemizden de hatrı sayılır maraton koşucuları çıkar. Hükümeti bu politikalarıdan dolayı destekliyorum hatta biraz daha zam yapılmasını istiyorum, belki şu an biraz daha zam yapılsa ülkemiz kürek ve yüzme gibi sporlarda da olimpiyatlarda adından bahsettirmeye başlayabilir.



Gelelim alkol zammına, bence yüzde otuz yetmez en az yüzde elli olmalıydı. neden mi? işte cavabı… Kişisel kanaatim büyük sanayi hamlelerinin köklü değişiklikler ve radikal kararlarla beraber olacağı yönündedir. Şimdi hükümetimiz bu zamları yapıyor ki vatandaş artık içkisini bakkaldan çakkaldan almak yerine evde üretmeye başlasın. Böylelikle unuttuğumuz manifaktür üretim biçiminin modern bir versiyonu hayata geçmiş olacak ve beraberinde de eski sıcak komşuluk ilişkileri de geri gelecek. Misal: -Komşum çok güzel yaş üzüm rakısı yaptım al bi kadeh… -Komşum ben de şimdi bira mayaladım biraz soğusun üzerine cila yaparız…



Zamlar için son sözüm : Yetmez ama Evet!!!

20 Ağustos 2010 Cuma

yine olsa yine yaparım

ve döndüm tamı tamına 55 günlük tatilin ardından istanbul'a...
ama bisikletle ama yürüyerek ama arabayla ama otobüsle ama susarak ama konuşarak...


datça'sından marmaris'ine; ula'sından akyaka'sına, bodrum'undan alanya'sına gezdim de gezdim...


hastanede refakatçilik de yaptım bu tatilde, boya da yaptım evin duvarına, toprağı da çapaladım, keçi boynuzu ağaçlarına da tırmandım, badem de çırptım, yemek de pişirdin onlarcasına bazılarını hiç tanımasam da, düğüne de gittim, balık da tuttum, denize de girdim, bolbol rakı içtim, çadırda da kaldım, dişçi koltuğunda can da çekiştim, sarhoş da oldum, bazen zamanı bazen kendimi tutamadım, bir sürü insan tanıdım bir çoğunu da çok sevdim...


hiç de pişman olmadım, yine olsa yine yaparım...

21 Ocak 2010 Perşembe

Ben, Eşim ve Aşkımızın Meyvesi

Dile kolay beş yıldır birlikteydik ve iki yıldır da evliydik. Geçen iki yıl boyunca ne çok şey yaşadık, yaşlanmalarımızı gördük hissettirmeden; artık aşkımızın meyvesini görmenin, onun da tadına bakmanın zamanı gelmişti; elmadan sonra. Aile doktorumuz artık eşimin hamile kalabileceğini müjdelemişti bize, şartlar olgunlaşmıştı, zemin futbola müsaitti… Ben erkek adamın erkek çocuğu olur zırvalarına aldırmadan erkek adamın erkek damadı da olur sav sözüyle sağlıklı olsun da ne olursa olsun diyordum. Eşim de benimle aynı fikirdeydi: önemli olan sağlıktı!

Sonunda uzun uğraşlar sonucunda becerdik ve testler pozitif çıktı. Bu noktadan sonra çok dikkatli olmalıydık. Güzel ve dengeli beslenmeli, spor yapmalı ve daha annesinin karnında olan bebeğimize iyi bakmalıydık. Hayatımızı daha da bir düzene soktuk, sigarayı bıraktık ve alkolü de ben eşime çaktırmadan arada sırada alıyordum. Haftada bir ya da iki akşam mutlaka bir klasik müzik ya da caz konserine gidiyorduk, bu aynı zaman da bebeğimiz içindi. Ayrıca haftada bir gün de mutlaka kırlık bir yere temiz hava almaya ve yürümeye gider olmuştuk.

Zaman su gibi akıyordu nihayet doğum haftası yaklaşmıştı. İkimize de sürpriz olmasını istediğimiz için bebeğin cinsiyetini ultrasonda öğrenmek istememiştik ve doktorumuz en sağlıklı doğumun suda gerçekleşeceğini söylüyordu bize.

Nihayet o büyük gün geldi eşimi su dolu küçük bir havuza aldılar ben de yanındaydım elinden tutuyordum ve ona destek oluyordum. Aslında o anda o bir doğuruyor ama ben dokuz doğuruyordum.

Stresli geçen birkaç saatin ardından eskilerin deyimi ile “nur topu” gibi bir kızımız olmuştu. Dünyanın en mutlu insanları bizlerdik, ayaklarımız yerden kesilmişti. İlk günler bir isim bulmakta zorlandıysak da kızımızın adını Rana koymaya karar vermiştik.

Rana ilk altı ay anne sütüyle beslendi diğer tüm çocuklar gibi. Altıncı aydan sonra ek gıdalar vermeye başlamıştık bebeğimize: meyveler, püreler, bebek mamaları… Eşimin sütü sekizinci aydan sonra iyice azalmaya başladığı için biz de Rana’yı daha iyi beslemek için bebek mamalarına daha fazla ağırlık vermiştik.

Günler günleri kovaladı ve biricik kızımız Rana ikinci yaşını devirdi. Bir yandan özenle mamalarını yediriyor bir yandan da meyveleri, sebzeleri eksik etmeyip, etleri de yavaş yavaş vermeye başlamıştık. Kızımız, çok mutluydu hem bizden hem de eksik etmediğimiz gıdalarından dolayı. Bu günlerde daha da iyi anlıyordum çocuk büyütmenin zorluğunu, doğrusunu söylemek gerekirse bu kadar mutluluğun yanında bazen hayattan bezdiğimiz de oluyordu ama Rana için her şeye değerdi, o dünyanın en mutlu en güzel bebeği olmalıydı…

Bir gece Rana’nın ağlama sesiyle uyandık, hasta değildi ve bir sorunu olamazdı. Böyle zamanlarda, yani hasta olmadığı zamanlarda, gece uykusunda ağlamaya başlayınca birkaç dakika sonra tekrardan uykuya dalıyordu ve biz de bunu bildiğimizden hiç yanına gitmiyorduk. Ama o gece öyle olmadı, Rana’nın ağlaması birkaç dakika içinde geçmedi. Biraz daha bekledik ve en sonunda dayanamayıp Rana’nın yanında soluğu aldım. Gördüğüm manzara gerçekten dehşet vericiydi. Gözlerimi ovuşturdum, uyku sersemliğinde yanlış görüyor olmalıydım. Hızla eşimin yanına gittim ve onu da kaldırıp Rana’nın odasına soktum, bir yandan da onu sıkıca tutuyordum panikle ani bir hareket yapmasından korkuyordum. Eşim Rana’yı o halde görünce desibel cinsinden dünyanın en büyük çığlıklarından birini attı ve yere yığıldı. Ortada kalakalmıştım, ne yapacağımı bilemez bir haldeydim. Kızımın vücudunda, tam da sağ omzunun üzerinde bir kol daha peyda olmuştu bir gecede ve bunu gören eşim kollarımın arasından yere yığılmıştı. Kendimi kaybetmiştim. Evin içinde oradan oraya koşturuyor, bir yandan Rana’nın ağlama sesi kulaklarımı tırmalıyor bir yandan da eşimin yerdeki sinir krizi arada sırada çığlıklarla doruk noktasına ulaşıyordu. Hiçbir şey yapamadım olduğum yere çöktüm ve başımı ellerimin arasına alıp kendime tekrar gelinceye kadar öylece kala kaldım.

20 Ocak 2010 Çarşamba

5 GÜN 4 GECE (Hrant Dink ve depremde hayatını kaybeden Haitililer anısına)

“Aşkitom! Çok sıkıldım hem havalar da soğudu, sıcak bi yerlere gidelim” dedi genç kadın. Adam cevap verdi: “14 Şubat’ta Viyana’ya gidecektik ya zaten!”. “Daha bir ay var sevgililer gününe, o kadar bekleyemem; hem ben sıcak bir yerlere gitmek istiyorum” dedi genç kadın. Adam iphone’unu aldı eline, bir kaç tuşa basıp kulağına götürdü.

Şoförüne, annesi vefat ettiği için bir hafta izin vermişti ve bu yüzden hava alanına kadar taksiyle gideceklerdi. “Çok eşya almayalım, gittiğimiz yerlerden alırız bir şeyler.” dediği için çok eşya almamışlardı yanlarına, sadece iki küçük valizleri vardı çok mutluydular. Taksiye küçük eşyalarını ve büyük mutluluklarını yükleyip hava alanına doğru yola çıktılar.

Yola çıkmalarından yaklaşık 10 dakika sonra taksinin telsizinden bir anons duyuldu, çevre yolunda zincirleme bir trafik kazası vardı ve trafik kilit olmuştu. Taksici, “Trafik kilitlenmiş uzun süre açılmazmış, sahil yoluna bağlanıyorum” diye müşterilerini bilgilendirdikten sonra Şişli üzerinden geçip sahil yoluna Aksaray’dan bağlanmak üzere dümen kırdı. Bu arada adam, “Kaza yapacak zaman mıydı şimdi, uçağı kaçıracağız şimdi” diye homurdandı.

Taksi yoluna devam etti. Şişli tarafına girdiklerinde, tekrardan trafiğin sıkıştığını gördüler. Telsiz anonsundan “Osmanbey’de eylem var trafik sıkışık!” anonsu duyuldu. Telsiz anonsu bir kez daha işe yaramış ve dönülmez bir yola girmeden kaçabilecekleri başka bir yön bulabilmişlerdi. Ama yine de çok vakit kaybetmişlerdi. Adam “Ne varmış ilerde?” diye sordu. Taksici, “Abi öldürülen Ermeni bir gazeteci vardı ya onun ölüm yıldönümüymüş bugün” dedi. Adam, “O kadar bağırınca bişey mi oluyo? Sanki geri geliyo, hay allahım…” diye homurdandı ve “Bir gün sonra öldürselerdi şunu ne olurdu sanki?” diye içinden geçirdi.

Bu kadar gecikmeye ve aksiliğe genç kadın telaşlandı: “Aşkitom uçağı kaçırmayız değil mi?” Olacak şey değildi, uçağın kalkmasına çok az bir zaman kalmıştı ve yetişmeleri neredeyse imkansızdı. Adam, “Merak etme” dedi ve iphone’unu eline alıp birkaç kere ekranını tuşlayıp bir mesaj gönderdikten sonra arkasına yaslanıp genç kadının mini eteğinden dolayı açıkta olan bacaklarını okşadı. Genç kadın da “Aşkitom…” diyerek sıcak bir tavırla adamı öptü. Yaklaşık bir dakika sonra adamın iphone’una bir mesaj gelmişti. Artık uçağa yetişmek için acele etmelerine gerek yoktu…

Hava alanına geldiklerinde, inanılmaz bir güvenlik zinciri ile karşılaştılar. Gelen herkesin güvenlik kontrolü normalden daha titiz bir şekilde yapılmaya başlanmıştı. Check-in işlemleri için sıraya girdiklerinde hava alanındaki curcuna devam ediyordu. Genç kadının ve adamın işlemlerini yapan görevli bayana rötarın nedenini sorduklarında, asılsız bir bomba ihbarı olduğunu öğrendiler ve “Şanslıymışız, gecikme olunca biz de uçağa yetişebildik” dediler.

Uçakta, bomba ihbarından dolayı hava biraz gergindi ancak genç kadın ve adam uçağa yetişmiş olmaktan dolayı çok rahat ve mutluydular. Uzun süren yol boyunca viski içmeyi ve havyar yemeyi ihmal etmediler…

Uçak Miami’ye indiğinde güneşli güzel bir gün onları bekliyordu. Genç kadın, “Aşkitom nereden alışveriş yapalım?” diye sordu. Adam saatine baktı ve geminin kalkmasına daha birkaç saat vardı, “Limana yakın bir alışveriş merkezi var oraya gideriz” dedi.

Alışverişlerini bitirdikten sonra ellerinde bir valizleri daha olmuştu. Alışveriş merkezinden çıkıp bir taksiye bindiler. Bir yandan mutluluklarıyla dans ederlerken bir yandan da şehri taksinin içinden izliyorlardı. Limana geldikten sonra son kontrollerini de yaptırıp gemiye ayak bastılar. Lüks kamaralarına yerleştikten sonra devasa geminin içinde küçük bir yolculuğa çıktılar. Geminin içinde her şey vardı: oyun salonları, barlar, alışveriş merkezi, havuzlar, saunalar ve daha neler neler… Genç kadın heyecandan yerinde duramıyor, sürekli sevgilisini öpüyordu, adam da genç kadının bu hareketlerine karşılıksız kalmıyordu.

Haiti’ye vardıklarında akşamüstü saatleriydi. Otel yetkilileri isteyen müşterilerinin “güvenlik” nedeni ile Haiti’deki otele yerleşmek yerine lüks kamaralarında kalabileceklerini söylemişti. Çiftimiz güvenliği elden bırakma niyetinde değildi ve kamarada kalmayı tercih etmişleri.

Haiti tatilleri boyunca her gün sahilde Haiti’nin eşsiz kumullarının ve denizinin tadını çıkardılar, bir yandan da dünyanın en usta şeflerinin hazırladıkları spesiyal yemeklerin ve kokteyllerin tadına bakmayı da ihmal etmediler. Herkes çok mutlu ve her şey çok güzeldi.

Seyahat eden neredeyse herkes birbiri ile kaynaşmış, kadınlar dünya sosyetesinin son dedikodularını, sevgililerini, yaptıkları alışverişleri konuşmuş; erkekler ise aldıkları ihalelerin heybeti ile böbürlenip yeni yeni iş bağlantıları kurmuşlardı. Her şey ve herkesin mutluluklarını, gece otelin casinosunda kaybettikleri milyon dolarlar pekiştiriyor, kaybettikçe daha çok viski içip daha çok dolar sürüyorlardı ortaya.

5 gün 4 gece'lik Haiti tatillerinin ardından yurda döndüklerinde 14 Şubat’ta çıkacakları Viyana tatilini konuşmaya ve onun hazırlıklarına başlamışlardı....

12 Ocak 2010 Salı

Sen Ne Zaman Çıkacaksın Yola?

2008 yılının 3 Eylül tarihinde arkadaşlarla çıkılmış bir Beyoğlu gecesinin sonunda Galatasaray Lisesi’nin yakınlarında karşılaştım onlarla.

25.02.2002 tarihinde yola çıkmışlardı Arjantin’den ve şu an İstanbul’daydılar. O zamana kadar 130.000 km kat etmişlerdi ve bu gerçekten göz kamaştırıcıydı. Ellerinde büyük bir dünya haritası, gezdikleri yerleri işaretlemişler ve ellerinde tuttukları bir A4 büyüklüğündeki kağıtta şunlar yazıyordu: BİZ JULIAN, LORENA VE KÖPEĞİMİZ KÜÇÜK “TRICO” MOTOSİKLETİMİZ “LA PORTA” İLE DÜNYAYI DOLAŞIYORUZ. YOLCULUĞUMUZ 25.02.2002’DE ARJANTİNDE BAŞLADI VE ŞİMDİYE KADAR 50’DEN FAZLA ÜLKEDE BULUNDUK. YOLCULUĞUMUZA DEVAM EDEBİLMEMİZ VE DÜNYA TURUMUZU TAMAMLAYABİLMEMİZ İÇİN KÜÇÜK BİR YARDIMINIZDAN MEMNUN OLACAĞIZ. TEŞEKKÜRLER”

Gördüğümüz sahne çok etkileyiciydi, karşımızda motosikletleriyle (ki kendisi mor renk bir Honda Africa Twin idi) dünyayı fethetmeye çıkmış iki Arjantinli ve köpekleri vardı. Ucundan başladıkları Afrika kıtasını mı yoksa buradan Asya’yı mı tamamlayacaklarına karar vermeye çalışıyorlardı. Herhangi bir ihtiyaçları olup olmadığını, kalacak yer sorunları varsa evimizi açabileceğimizi söyledik, bize bir ihtiyaçları olmadığını ve düşünceli davranışımız için minnettar olduklarını söylediler. Biz de cebimizdeki bütün parayı onlara bırakıp İstiklal Caddesi’nin kalabalığında eriyip gittik.

Aradan dokuz ay geçti ve tarihlerin 13 Haziran 2009’u gösterdiği günün gecesinde FOTOPYA’nın düzenlediği Birinci Fotopya Buluşması’nın bitiminde Mihrimah Sultan’dan çıkıp İstiklal Caddesine doğru girdim. Tam dokuz az önce bıraktığımız yerde duruyorlardı, gözlerime inanamadım, mutlu oldum. Yanlarına gittiğimde onlar da beni hatırlamışlardı… Km sayaçları 160.000’i gösteriyordu, Asya turu tamamlanmıştı… Cebimdeki bütün parayı bırakıp, bol şans dileyerek yanlarından ayrıldım…

Şu an da ne yapıyorlar, neredeler bilmiyorum ama aklımın bir köşesindeler hep… umarım iyilerdir ve umarım yoldalardır yine…

Onları ilk tanıdığım andan itibaren bugünlere kadar hep şu soruyu sordum kendime: “SEN NE ZAMAN ÇIKACAKSIN YOLA?” Belki bu kadar uzun bir yolculuğa çıkamayacağım, ama günün birinde motosikletle “o yola” çıkmazsam eğer ölürüm; çıksam belki yine ölürüm…


Ben Bu Filmi İzlediydim...

Efendim bugünden itibaren, evinde kitap bulunduran İstanbullular daha bir dikkatli olmalı, yolda belde kitaplardan bahsetmemeli, ellerinde ya da çantalarında kitapla sokaklarda yürümemeye gayret etmeliler... Neden mi?

İstanbul Büyükşehir Belediye’si İtfaiye hizmetleri, Deniz Feneri davasına adı karışan Beyaz Holding’in alt kuruluşu ve konu hakkında en ufak bir deneyime sahip olmayan Lapis Makro’ya satıldı. Söz konusu şirketin belirttiği üç adresten ilki Maltepe’de bir tekel bayii; ikincisi ayakkabı tamircisi; üçüncüsü de boş bir bina çıktı.

Bu nasıl bir zihniyet nasıl bir pervasızca peşkeş çekicilikse? Dünyada eşine benzerine pek rastlanmaz sanırsam ki… Artık olası itfaiye merkezi muhabbetleri de şöyle olacaktır: İtfaiyeci koşarak patronun odasına girer, “Patron, Sefaköy’de gecekondu mahallesinde, İstinye’de bir villada bir de Tarabya’nın üst tarafındaki ormanlık yerde yangın çıkmış ne yapalım?” Patron koltuğundan hafifçe bir doğrulur, birkaç saniye düşünür: “Gecekondu mahallesini boş verin zaten oraları yıkıp apartman yapasımız vardı isabet olmuş, Ormanlık alan dolu zaten her yer azıcığı yanıversin bişeycik olmaz, hem oralara da villa milla yaparız birkaç aya kalmadan, İstinye’deki yere gidin de hızlıca söndürüverin önemli birinin villasıdır falan neme lazım, hızlı olun!”

Mübalağa ettiğimi düşünebilirsiniz ama birkaç aya kalmadan işler bu raddeye gelir gibi geldi bana…

Şimdi de gelelim en başta bahsettiğim kitap meselesine. Okuyanlar veya filmini izleyenler bilirler Fahrenheit 451’i. Roman ve film artık yanmayan evlerin yapıldığı “belirsiz bir gelecekte” geçer ve İtfaiye teşkilatının yegane görevi kitapları yakmak sureti ile imha etmektir. Kitap okumak, bulundurmak ve kitaplardan bahsetmek kesinlikle ve kesinlikle yasaktır. Korkum şudur ki her yerin ve her şeyin “ak” olmasından başka bir uğraşısı olmayan; memleketi dikensiz gül ve dikenli tel tarlasına çevirme konusunda canhıraş bir çaba sarf eden sevgili RTE ve saz arkadaşları bu adımlarıyla bizi “belirli bir gelecek” içinde Fahrenheit 451’in birer karakteri haline getirebilirler… Yani 1953 yılında Ray Bradbury’nin anlattığı hikayeyi 2000’li yılların Türkiye’sinde yaşayabiliriz, ki bana yaşarmışız gibi geldi…

O yüzden derim ki: şimdiden herkes birer tane kitabı noktasına virgülüne kadar ezberleyip aklında tutarsa ve romandaki gibi günün birinde bizler de birer “Kitap İnsan” olmak durumunda kalırsak eğer gelecek nesillere kitaplarımızı aktarabileceğimiz bir kütüphane sistemimiz olsun.

Ben seçimimi yaptım: Melih Cevdet Anday’dan “İsa’nın Güncesi”

Saygılar…